Elinin birini Rodin’in Düşünen Adam’ı gibi çenesine, öbürünü oturduğu iskeleye dayamış, ayaklarını iskeleden denize doğru sarkıtmış öylece duruyordu. Aslında kafasından ve kalbinden geçenlere bakılırsa pek de öylesine oturuyormuş gibi değildi. Bildiği herşeyi unutmuş, tanımlayamaz, adını koyamaz, dolayısıyla da sanki yokmuş gibi hissediyordu. Ne söylese “hata”, ne başına gelirse “aptallık”, ne ters giderse “beceriksizlik”, canı dinlenmek isterse “tembellik”, birilerine yardım etmek isterse “ele yaranmak”, yazı yazsa “kandırmaca” ; sevecen olsa “göz boyama” , aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık cinsinden verilecek bir ad bulunuyordu. Artık hareket edemeyecek, söz söyleyemeyecek gibi hissediyordu kendisini. Ara sıra gözleri ufka, ara sıra da hemen ayaklarının altındaki berrak suda oynaşan balıklara takılıyordu. Ne kadar gerçekti balıklar? Balık balıklığını biliyor muydu acaba, Elif Elif’liğini unuttuysa? Hani Nazım’ın “derya içre olup deryayı bilmeyen balık” dediği balık, deryadan önce kendi balık olmaklığını biliyor muydu acaba?
Sanki adını koyduğu, tanımladığı, kendini sıkıştırmaya çalıştığı herşey, ama herşey anlamını yitirmeye, içini boşaltmaya başlamıştı. Sanki her cümle kendini başka bir cümleyle, her tanım kendini başka bir tanımla değiller hâle gelmişti. Yoksa o hep istediği AN’a mı çekiliyordu, yoksa bunun adı tanımsızlık diyarı mıydı?
Uzaktan Bülent Ortaçgil’in şarkısı çalındı kulağına, doğruldu:
“Beni kategorize etme
Benle oynama
Yaftayı yapıştırıp
Bana isim koyma
Karikatürleştirme beni
İlahlaştırma
Tabulaştırma sakın
Tapulaştırma
Ben seni öyle sevdim, öyle sevdim
Ben seni
Böyle mi sevdim?”
Ne çok şeye isim koyuyoruz diye düşündü, bir hafif meltem yüzünü okşadı tam o anda. Gözlerini kapatınca çocukluğuna uzandı, hep korkunun, endişenin diliyle konuşulan, bazen de büyüklerin istek ve buyruklarına uymazsan tehditkâr söz ve davranışlarına maruz kalınan günlere… Gelirine, giysisine, oturduğu eve, işine, eğitimine kadar sınıflara ayrılmış insanlara başka başka bakılan günlere… Hangi evde yoktur ki aslında böylesi korkularla, sınıflamalarla, kendilerinde olmasa da eskilere atfedilen hikayelerle bezenmiş bir çocukluk?
Dedesinin söylediklerini hatırladı Elif. “Kızım”, derdi dedesi, “olmak istiyorsan önce ezberlerinden, damgalarından, etiketlerinden, zanlarından kurtulacaksın. Bildiklerini bir kenara bırakacaksın. Ahkâmdan kurtulmayan, bu yolda bildim, oldum diyemez. Bu hiçbir şey bilmeyeceksin, hakkını aramayacaksın, hep susacaksın anlamına gelmez; sadece kendine ve başkasına haksızlık etmemek için, her an yeni bir yaratmada olanın sana sunduğu olasılıkları görebilmen ve kullanabilmen için, sana verilmiş bir gözlüktür o. Al bu gözlüğü kullan da daha derinden gör diye. Herkes Şems-i Tebrizi’nin havuza attığı kitaplarla Mevlâna’yı anar da, o havuza atılmış tozlu kitaplar eğretilemesinin ne anlama geldiğini pek bilmez.. İşte herşey, o ezberi bozmak, kuraldan, hükümden, bildiğinden bir an olsun çıkıp başka soru sorabilmek, başka türlü düşünüp, başka pencereden bakabilmek içindir.”
“Ne kadar doğru söylüyormuş dedem” diye düşündü. “Ama bunu anneme de öğretseymiş ya! Düşünmediğim, söylemediğim, hiç niyetimde olmayanları bana yakıştırıp yapıştıran, kendi kafasının içinde geçenleri ben söylemişim gibi gören ve göstermeye çalışan anneme.”
Aslında etiket deyince aklıma, ilkokuldan itibaren kapladığımız defter ve kitapların üzerine yapıştırdığımız düz, çizgili veya çiçekli böcekli küçük kağıt parçacıkları gelirdi hep. Ne kitabı, ya da ne defteri olduğunu ayırt etmek ve işimizi kolaylaştırmak için, üstüne kısa bilgi yazıp sınıflamak içindi onlar. Okula başlamadan önceki en sevdiğim işti. Meğer ne çok şeye yapıştırmaya alışmışız o etiketleri. Sonra da o öğrendiklerimizin bıraktığı izlerde gide gele, çıkamaz olmuşuz doğru sandıklarımızdan. Belki bir sapsak o yoldan, daha renkli, daha coşkulu, daha kolay yollar, yaşantılar, dostlar bulacağız kendimize. Çocuklarımızı gelenek diye, doğrular diye, ben anneyim, ben babayım, ben erkeğim, ben halayım, ben şuyum ben buyum diye kabuklara, kılıflara boğup da kendini göremez hale gelinceye dek yabancılaştırmayacağız. İşin kolayına kaçmayacağız.
Elif bu düşüncelerle, sorularla boğulmuşken, arkadaşı Kenan geldi, Elif’in yanına, oturdu.
- Dalma kızım bu kadar derine, balıklar bile suyun üstünde nerdeyse. Sen neredeysen çık oradan artık?
- Dünyam altüst olmuş gibi hissediyorum, dedi Elif.
- Akıllım, ne demiş Şems, “dünyam alt üst oldu diye hayıflanıyorsun, ama dünyanın altının üstünden daha kötü olduğunu nerden biliyorsun?”
- Değilmiş miymiş? Hem ben akıllı mıyım, annem hep aptal derdi bana, dedi Elif.
- İnsanın hayatında dibe vurduğu, her şeyin ters(!) gittiğini düşündüğü zamanlar vardır. En karanlık zamanlar gibi gelir o zamanlar; yaşayan için öyledir de… İşte o zamanlarda, yani karanlığın en koyu yerinden doğar aydınlık. Bir rüya, bir kitap, bir söz veya bir bakış ya da tutunduğumuz bir sevgilinin terk edişi, bizim kendimizi hatırlamamıza vesile oluverir aniden. Bu yol hep böyledir yürümeyi göze alanlar için. Yeter ki biz bu işaretleri görebilelim, farkına varabilelim ve eyleme geçebilelim.
- Başkaları gibi düşünmediğinde hemen etiketleniyorsun, dışlanıyorsun, dedi Elif.
Evet dedi Kenan, etiketlenirsin. Adın hep uyumsuz olur. Çünkü çoğunluk gibi düşünemezsin. Yerin hep ayrıklık olur; çünkü çoğunluğun olduğu yerde olmak istemezsin. Saçmalıklar boğar, sesini çıkarırsan asi; susarsan ezik derler. Bunların farkındaysan ve kendini bu toplu bilinçten çıkarmışsan şanslı ve özgürsündür. Yok hem farkında, hem sıyıramamışsan bu çoğunluktan kendini, esaretine ağlar durursun. Yalnızlıktır çoğu başkaldırışın sonu. Ama yıldızlar dostun olmuşsa ya da ağaçlar, belki de nefesin gecenin bir vakti; yalnızlık değil ancak bir başınalıktır bunun adı. Ve huzurdur ancak sonu.
- Aslında Kenan, biliyor musun, insanlarla ilgili ön yargılarımız ve sınıflamalarımız toplumsal sorunların da sebebi sanki. Kullandığı kelimeye, giydiği parkanın rengine, oturduğu semte, içtiği sigaraya, gittiği okula, sevdiği şaire kadar sınıflayıp bölmüşüz her şeyi. Böle böle küçültüp dar etmişiz dünyayı kendimize de başkalarına da. Böyle olunca , şiirimiz, kültürümüz, insanımız, duygularımız güdük kalmış.
- Öyle, haydi kalk, içini denize dökmekle olmaz bu işler.. Ne demişler her iddia sınanır ve başkalarına söylediğin bir gün senin de başına gelir. Bak akşam oldu. Ömür de sona ermeden bize ekilen tohumları, etiketlerimizi, etiketlendiklerimizi ayıklamalı. İnsanlar değişir, kurallar, bilgiler, iklimler değişir, yönetimler, algılar, zaman değişir, renkler değişir, dünya değişir, mevsim değişir ve her şey kendince değişir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Onun için sen sen ol, kendine inan ve kendi gönlünü dinle!
Karanlık düşüncelerle yükselen ve hiç ağarmayacakmış gibi başlayan gün, usulca zarfına giren mektup gibi, sonunda huzurla kavuştu, denizin ufkunda uyudu.
Ayşe Öztekin, 22.09.2021