Yıl 1981.
Buğulu buğday çiğsiz iklimin,
beyinlere göçmüş bulutları mevsimin,
her ev bir ambülans sirensiz,
birkaç raşitik çocuğu taşımak için
şarkısını mırıldandığım yer Drakula filmlerindeki sisli Balkan manzaralarını andıran, askerlerin ve Romanların yaşadığı yörede kaldığım Abdülhamid zamanında yapılmış kasvetli orduevi. 2 Numaralı Topçu Taburu’nun Tabip Asteğmeni’yim. Yunanistan’la savaş tehlikesi var. Gece tatbikatlarına ABD’den hibe edilmiş İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma ambülansa akrep ve yılan serumlarımı alarak katılıyorum. Tugay’daki erler Doğu ve Güneydoğu kökenli. Bazıları okulsuz dağ köylerinden gelmiş. Kürtçe yasak. Kimi erlerin muayene ve tedavilerini yapabilmek için Kürtçe öğreniyorum. “Êşa te çiye?”, “Navê te çiye?”, “Tu çawayi?”, “Êşa te çi deme dest pêkir?” vb. Sıkı bir disiplin ve hipnotik bir boyun eğme ortamı var. Öyle ki, beni yüzlerce metre öteden fark eden bir er duruşunu değiştirip hazır ola geçiyor. Generaller için yapılan tatbikat sırasında elinden silahını düşüren bir er, “sen daha silahını taşıyamıyorsun, düşmana karşı nasıl savaşacaksın,” diye azarlanarak katıksız hapis cezasına çarptırılıyor ve benden bunu onaylamam bekleniyor.
İlk karşılaştığım hasta, çürüğe çıkma ümidiyle tüfeğini parmağına dayayıp ampüte etmiş bir erdi. Mendilin içinde getirilen parmağına bakarken bakışları ateş saçıyordu. Yüzündeki korkunç anlatım, kopuk parmağın yarattığı dehşetten daha ürkütücüydü.
Sonra gelen hasta ise tam tersi bir yüzle karşıma çıkarıldı. Tek patolojik muayene bulgusu yüzündeki güzel kayıtsızlık (La Bella İndiferencia) ifadesiydi. Bacaklarına aniden felç inmiş ere konversiyon histerisi tanısını koymam zor olmadı. Vatani görevini yapsın diye on yıl önce askere alınmış. Sürekli firar edip yakalanıyor, sil baştan askerlik yapmak zorunda kalıyormuş. Teskeresini almasına birkaç hafta kala yeniden firar etme arzusunun ve hayallerinin hücumuna uğramış. Kaçarsa yakalanıp tekrar sıfırdan başlayacak. Firar etme arzusuna karşı müthiş bir direnç geliştiriyor. Aynı anda yaşadığı arzu ve direnç arasında çarmıha gerilmiş gibi hissediyor. Bilinçdışı bir düzenek bacaklarını felç edince firar olasılığı ortadan kalkıyor, böylece yaşadığı şiddetli anksiyeteyi hissetmez oluyor. Derin ıstırap bittiği için de felçli bacaklarına güzel kayıtsızlık dediğimiz mutlu bir yüz ifadesiyle bakıyor.
Talim sırasında aniden kendini yerlere atıp çırpınmaya başlayan, avaz avaz bağıran ve korkunç acılar çekerek kıvranan bir er arkadaşları tarafından telaş ve korkuyla revire getirildi. Korku ve acı içindeki bu er, kendisine cinlerin saldırdığını ve sopalarla dövdüğünü söylüyordu. Anksiyete bu kez disosiyatif histeri olarak karşıma çıkmıştı. Bu disosyasyon kısa süre içinde bir salgına dönüştü, “cin çarpma epidemisi” ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Askerler, “imam çağıralım, yoksa cinler hepimize musallat olacaklar” diyorlardı. Komutan beni yanına çağırıp “doktor, ‘imama gerek yok, ben bu sorunu çözerim,’ demişsin. Ya cinler gerçekten varsa?” diye beni uyardı.
Bir erin anksiyetesi manik eksitasyona dönüştü. Bu er eline sopa alıp küfür ve hakaretler yağdırarak kahkahalarla tabur komutanına saldırdı. Erin kendisi adeta bir cine dönüşmüştü. Askeri hastane bu eri kabul etti. Teke tek ve tüm askerlerle yaptığım uzun görüşmelerde erlerden bir tanesinin anksiyetesinin histerik değil şizofrenik olduğunu fark ettim. Şizofreni ön tanısıyla üç kez ambülansla askeri hastaneye sevk ettiğim er temaruz zannedilerek üçünde de tabura geri gönderildi. Bir gece, nöbetinde tüfeğinin namlusunu göğsüne dayayarak tetiği çekti. Aortu paramparça olmuştu. O günden sonra cinler bir daha görülmedi. Kurbanlarını da alıp gitmişlerdi.
Transformasyon süreci kurbansız yaşanabilir mi…?
İmam Şibli Ortaçağ’da yazdığı Cinlerin Esrarı adlı kitabında Yunan tanrılarının aslında birer cin olduğunu, Allah’ın tekliğini/birliğini göremesinler diye insanları kandırıp kendilerine tanrı diye tapındırdıklarını söyler. Acaba insanlar Allah’ın birliği kavramını algılamakta zorlandıkları için ölümsüz ilahi görevlileri cin diye adlandırmak zorunda kalmış olamazlar mı? Ya da askerler arasındaki “cin çarpma epidemisi” Yunanistan’a karşı savaş hazırlıklarının yapıldığı, derin bir nefret ve düşmanlığın beslendiği bu zaman diliminde, Yunan tanrılarının bir gazabı olamaz mı? Bazı Müslümanlar bu yazıyı okurken zaman zaman “haşa” diyerek ve cin kelimesini de “üç harfli” olarak okuyarak kendilerini anksiyeteden koruyabilirler.
Bir dönemin bitmesi ve bilinmeyenlerle dolu yeni bir dönemin başlamasında yaşanacak anksiyeteyi yatıştırmak için bütün kültürler törenler düzenler. Doğum, sünnet (inisiyasyon töreni), diploma, evlenme ve cenaze törenleri geçiş döneminin anksiyetesini yatıştırmak için yapılır. Her törenin kendine özgü, müziği, dansı , giysileri ve simgeleri vardır. Eskiden gelinlik erkek tarafının yaptığı düğünde bir kez giyilirdi. Şimdilerde kız tarafı da ayrı bir düğün yapıyor ve gelinlik bir hafta arayla iki kez giyiliyor. Boşanmaların yaygınlaşması evlenirken yaşanan anksiyeteyi arttırmış olmalı.
1984-89 Zürih yıllarımda konversiyon histerisiyle bir koluna felç inmiş ve İsviçre psikiyatrisi tarafından tedavi edilemediği için kol kasları atrofiye olmuş Anadolu köylüsü bir hanım hastam olmuştu. Türkiye’de olsa bu hanım faradi yardımıyla kolayca tedavi edilebilirdi. Konversiyon histerisi ve faradi aleti İsviçre’de tarihe karışmıştı. Faradi aletine sadece psikiyatri müzelerinde rastlanıyordu. Anksiyete narsisizm, borderline, uyuşturucu-alkol bağımlılığı gibi farklı haller ortaya çıkartıyordu. Psikiyatri ve psikoterapinin Mekke’si denilen Zürih, dünyanın en yüksek intihar oranına sahipti. Çare olarak İsviçre 90’lı yıllarda psikiyatri ihtisas süresini yedi seneye çıkardı. Zürih yıllarındaki bir başka hastanın anksiyetesi epistaksis (burun kanamaları) olarak ifade bulmuştu. Bu İç Anadolu köylüsü, ergenlik yıllarında eşeklerle yaşadıkları orjiye karşı derin özlem içerisindeydi.
Bugün Türkiye’de psikiyatri polikliniğinde çalışan bir psikiyatrist günde 20 ile 80 arasındaki hastaya bakıyor. Bu hastaların hemen tümü ilk gelişlerinde anksiyetelidir. Anksiyetenin niceliği, niteliği, süresi ve ortaya çıkarabileceği sonuçlar değişkendir. Hekimin hastaya vereceği ilacın yanında Lokman Hekim’in tavsiyelerini de reçete etmesinde yarar görüyorum. Tıp Tanrısı Asklepios’un avatarı olan ve Kuran’da bir peygamber olduğu belirtilen Lokman Hekim’in oğluna verdiği tavsiyeler anksiyeteli hastalara iyi gelebilir:
Ey oğul; Kerîm kişiye ihanet etme, akıllı kimseyi hicvetme, ahmak kimseye mizah (şaka) yapma, cahille arkadaş olma, dostun da olsa düşmanın da olsa kötü ahlâklı kimsenin şerrinden asla emin olma.
Hayırlı amelin tamam olması onda acele etmekledir.
İnsanda üç şey güzeldir: Geçimli olmak, kardeşlerinin sıkıntılarına tahammüllü olmak, arkadaşlarını usandırmamak.
Öfkenin önü delilik, sonu da pişmanlıktır.
Rüşte ermek, akıllı olmak üç şeyledir: Nasihat verenle istişare, düşmanı ve hasetçiyi idare edebilmek, herkes ile dost olabilmek.
Ey oğul, görür gibi bilmediğine inanan, güvenilmez kimseye itimat eden, ulaşamayacağı şeyi arzu eden kimse aldanmıştır.
Hasetten uzak dur. Çünkü dinini mahveder, seni zayıflatır, akıbeti her türlü pişmanlıktır.
Bir idarecinin hizmetinde bulunduğun zaman ona kimsenin lafını taşıma. Bu, ancak sana olan nefretini artırır. Sen böyle yaptığında elbet başkası da senin aleyhinde söz taşır. O vakit de sana emniyeti kalmaz. Sana emniyet ettiğinde de asla ihanet etme. Sana ondan az da olsa bir menfaat ulaştığında onu kabul edip çok yerine tut. Konuşurken sözünü kısa tut. Meclislerde sırlarını sakla.
Ey oğul, sana yakın ve uzak olan herkese halim ol; yumuşak davran.
İyi ve fena kimseler yanında cehaletini sakla.
Akrabana sıla-i rahimde bulun.
Din kardeşlerin, yanlarından ayrıldığında ne sen onları, ne de onlar seni kötüleyen
kimseler olmasın..
…………………………..
Kapadokya’da Ihlara Vadisi’nde bir kilisede İsa’nın çarmıha gerildikten sonra göğe yükselmeden önceki ayak izinin kalıbı sergilenmektedir. Çıplak ayağınızı bu ayak izine koyun, bakalım neler hissedeceksiniz.