“Bildik gelen geçer imiş, bildik konan göçer imiş
Aşk şarabın içer imiş bu mânâdan her kim duyar”
Yunus Emre
Tanrıtanımaz olarak bilinen varoluşçulardan olan Sartre, oturduğu yerde, bir kestane ağacının köklerini incelerken birden içinde duyduğu ve adına iç bulantısı dediği bir duyguyla kendine gelir. Yazdıkları çok karamsardır çoğunlukla, ama aslında her insanın içinde bulunan gelgitleri, anlamsızlık duygusunu, açmazlarını ve hiçliğini yakalar o anda. Tam da o anda. Anlamsızlık ve kaybolmuşluk içinde olmak ya da varolmak algısıdır bu aslında. Diğer bir deyişle insanın nasıl varolamadığının verdiği acının resmi.
Shakespare’in “olmak ya da olmamak” sorusunu Prof. Dr. Salih Akdemir “olmak ya da şimdi olmak” olarak yeniden sorar. Gözüme uykunun girmediği gecenin tanıyla başlayan cırcır böcekleri de bana bu soruyu yeniden sordurmuştu. Zihnimde dönüp duran sorular, haksızlığa ya da ihanete uğramışlık gibi gelen duygunun dayanılmaz ağırlığı, coşkunun ve yaşama dair bir sevincin olmaması, beynimin o ıssız, derin ve karanlık artık dehliz gibi gelmeye başlayan kıvrımlarında dolanıp dururken bu işitmekte duyarsız kalamayacağım sesler o anda, tam da o anda sanki bana seslenmişti. İlahî bir koroda gibi cırcır böcekleri aslında kendi teslimiyetlerini yaşarken bana da beni hatırlatmışlardı. Bu durumu yaklaşık yedi sene önce deneyimlemiştim. Artık farkındalığım eskisi gibi değildi. Zaman zaman, rutine bindiremesem de nefes ve meditasyon çalışmalarını şekilsel olmayan bir şekilde hayatın içinde deneyimlediğim sık olmaya başlamıştı. Yani o genleşmiş zamanla gelen sebepsiz iç neşeleri gibi, düşünmeden kalbimden geçene tanık oluşum gibi, yemek yaparken, konuşurken, bir çocukla oynarkenki namaz hallerim gibi…
Öte yandan ummanı geçip de derede boğulurcasına aşamadığım konular vardı. Hani derler ya aydınlandığınızı düşünüyorsanız ailenizin yanına üç beş gün gidin diye. En çok canımı yakan konuları, kardeşlerle biraraya geldiğimizdeki o öfke patlamalarını aşamayışımız gibi. Neden hala insanların birbirlerine saygılı olamamalarını sorgulamak gibi…
Hepimizin içinde bir çocukluğa inen “temel dramatik temamız vardır. Karşılanmasını beklediğimiz temel ihtiyaçlarımızı, temel ihtiyaç maddelerini arar gibi aradığımızda sonucun hep “acı” çekmek olduğunu kendi hayat deneyimimiz gösterir. Çünkü sorunun kaynağına inemeyince anlayabilmek ve çözebilmek için hayatımızda benzer durumları ve ilişki türlerini defalarca yaratırız ve sonuç alamayız. Freud, “yineleme dürtüsü” der bu duruma. Asla zihnimizle kavrayamadığımız ve çözemediğimiz ama tekrarlarını yarattığımız bir durumdur bu. Sürekli tekrarlarız, ta ki yorulup aradığımızın başkasında olmadığını anlayana ve aramayı bırakana kadar.
Eskiden kendimi yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot gibi hissederdim. Doğrudan üstüne giderdim her şeyin , sanki her haksızlığın hesabını ben sormalıymışım gibi. Ama hayat, insana en çok da kendisini öğreten bir öğretmen ya da bir tiyatro sahnesi gibi…
Bütün beşeri bilimler, insana insanlık var olduğundan bu yana “Kendini Bil” der. Kendini bilmek ise, bir kendini tanıma meselesidir. İnsanın kendini tanıması ise asla tek başına olmaz. Bir kutsi hadiste, Tanrı’nın kendini bilinmez bir hazine olarak tanımladığından ve bilinmek istediğiyle alemi yarattığından bahsedilir. İnsanın da kendini tanıması , bir oluş varlığı olarak olabilmesi için yekdiğerlerine, seyre, oluşlara ihtiyacı vardır.
İşte bu konular şu geçtiğimiz bir haftada grubumuzda olan yazışmalar, hayrette kalışlarım, sorgulayışlarım ve kendime dönüşlerimle ilgili bir süreçte, yazma atölyesinin son “oyun” ve “sahne ya da perde arkası” başlıklı konuları ile örtüştü, uyanış oldu. Hani Yunus Emre’nin o “sen sanmadığın yerde şayet açıla perde” dizelerindeki gibi bir perde kalkıverdi adeta. Ama benim için zorlayıcı oldu.
Ben de tam gruptan çıkmalı mıyım, Murat Bey’e yazmalı mıyım derken Murat Bey’e yazan ya da arayanların ifşası ile daha şiddetli bir dalgalanmayı yaşadığımı fark ettim. Önce kendimi suçladım; zira gruba “bu fazla konuşma ve yazışmaları dengelemek için ne yapabiliriz” diye ilk ben bir öneri sunmuştum ama yazışmalar öyle bir hal aldı ki, sanki dış dünyada yaşadığımız yangınlar, iç dünyalarımızın tezahürü gibiydi…Derken manevi yolun bana öğrettiği bekleme, sabırlı olma, olanın ardını görme isteğini hayata geçirebildim. Tabii bu dalgalanmaların durulup beni bu bildiklerimi uygulama aşamasına getiren yine Murat Bey’in ve Cankat Bey’in tiyoları oldu. Bunlar sahnede rolünü unutanlara suflörlük yapan birinin hatırlatmaları gibiydi. Yazma Atölyesinin sahnesinde toz dumana karışmışken, ağlayan, gülen, hastalanan ve oyunu terk edenler varken, ben seyirci koltuğuna çekilip bir de dışardan bakmak istedim bize. Öyle ya tiyatro madem antik Yunanda “görme yeri” olarak kurulmuştu; öyleyse benim görmem gereken neydi? Ya ben de çekip gidecektim ya da tam da şimdi ne olduğunu, ne olduğumu anlayarak aldığım rolü yerine getirecektim.
Oyunlar, tiyatro eserleri çocukları hayata hazırlarken, büyükleri de hakikate yaklaştırırlar. İnsanların ve kültürlerin kendilerini sıradan, değersiz, anlamsız bulmalarının ve indirgenmiş hissetmelerinin nedeni ne olabilir? Diye sordum. Tanrıtanır /Dindar Varoluşçulardan Gabriel Marcel’i hatırladım. Marcel, bu konuda eksik olanın, “ontolojik açı, yani varlık duygusu” olduğuna dikkat çekmektedir. Varlık duygusunun bu yitimi der Marcel, işlevi varoluşun önünde görme eğilimiyle ilişkilidir. Yani insan kendini bir insan ya da benlik olarak görmek yerine, metroda bir jeton satıcısı, bir manav, bir profesör bir devlet başkanı olarak görmekte ve tanımlamaktadır.
Öte yandan yine Marcel’e göre: “Kişi için varolmak, kendini kendi içine hapsederek değil, kendini hemcinslerine ve nihai noktada Mutlak Varlığa doğru açarak ve kendini aşarak kendini gerçekleştirmektir. Hal böyle olunca varoluşsal olan ile metafizik olan arasında birleştirici bir yol bulunmaktadır ve bu yol bireyin kendi varoluşsal derinliğini, imkân ve sınırlarını fark edebilmesinden geçmektedir.
İşte grupta yaşananları ve neden birbirimizle birlikte oluşabildiğimizi, neden başkalarına saygıyla yaklaşmamız, birbirimizde kendimizi görürken, kendi hallerimizden örnekle başkasını nasıl anlamamız gerektiğini görmeme vesile oldu bu son yaşananlar.
Bu olanların perde ve oyunla olan ilgisi ise beni Peygamber kıssalarına götürdü genelde. İnsanı ilk etapta şaşkına çeviren ama sabredilerek beklendiğinde bambaşka sonuçlarla karşılaşılan olayları, konuları hatırlattı genelde.
Özelde ise “perde” olarak betimlenen, o gerçeğin, bilincimin üstünü örten, örttükleri veya örtmüş olduğum her ne ise başkalarını seyrederken farkına varıp, anlayıp da kaldırdığım veya kaldırılan ve o ana kadar bana görünmemiş olanla ilgili idi.
Burada Murat Beyin yaptığı katalizörlük, herkesin kendi hayatının sorumluluğunu almasını gerektirdiği gibi, hem herşeye dahil olup hem hiçbir şeye müdehale etmeyerek herkesin bir aradalığını da gerekli kılan bir süreçte kalmayı öğretti. Bu bir haftalık süreç sanki benim 50 yıldır kendi evimin içindeki kişilere bakışımı da genişletti. Sanki beni onlara onları bana kazandırdı. Çünkü biz tek başımıza insan olamıyorduk.
Böylece yaşayarak, empati kurarak, diğerinin penceresinden bakarak, neleri yapabileceğimi görüp nerelerde duracağımı fark ederek kendimi, karşıdakini ve hayatı tanıma ya da öğrenme sürecini deneyimleyerek OYUNu ve ardını anladım. Herkesin anlama ve değişim sürecinin aynı olmadığını gördüm. Her sorun çıkışında şimdiye kadar yaptığım gibi kendimden ve istediklerimden vazgeçmeden de bir yerde durabileceğimi ve her an yeni bir yaratmada olanın her an yarattığının farklı olabileceğini ve her şeye bakışım değişince şiddetinin de değişebileceğini deneyimledim.
Bu oyun, aslında benim kendimi tanıma sahnesine çıkarken, sahne gerisinde yönetmenle anlaştığım üzere, hem kendime hem de başkalarının kendini tanımasına katkı sağlayacak esas rolü oynamam gerektiğini hatırlatan bir oyun oldu. Herkese ve kendime teşekkürlerimle
Ayşe Öztekin, 2021